1 Kasım 2010 Pazartesi

Meşrubatlardaki Gizli Tehlike

ŞEKERSİZ HAYATA GİDEN YOL
xprodoksit sitesinden alıntıdır.

Beyazlarla bir sorunu olduğunu biliyordu. Şeker onu gömmeden, onun şeker yemeye bir son vermesi gerekiyordu. Ancak bırakmak hiç de kolay değildi.

BEN İŞTAHLI BİR ADAMIM. Kokteyllerde iki zeytinle yarım kadeh beyaz şarap içen adamları görünce şaşırıyorum. Beni üç bira, hallice bir kalıp çedar peyniri, avuç avuç badem ve üç sosisli sandviç ancak keser. Sonra üstüne bir de yemek yerim. Obez olmamamın tek nedeni işe yürüyerek gitmem ve ofiste uyanık kalmak için sınav çekmem. • Ya da en azından geçen kışa kadar böyleydi diyebilirim. Fakat geçen kış mesleki çalkantılar (yeni bir işe geçtim), kişisel stresler (en yakın arkadaşım kanserden öldü) ve kötü şans (el bileğim burkuldu) bir araya gelince, zaten içler acısı olan durumum alt üst oldu. Bu da beni gün geçtikçe bir şeker canavarına dönüştürdü. Yalnız ve endişeli olduğumda, aşırı çalıştığımda elim hemen şekerli şeylere gidiyordu. Tabii bunun sonucunu almakta gecikmedim. Kısa zamanda 95 kiloya ulaştım. Birkaç ay önce, elimde çikolatalı kahvemle nasıl bu hale geldiğimi düşünürken, bir şeylerin değişmesi gerektiğine karar verdim. Canavarla yüzleşme zamanı gelmişti. En azından bunu denemeye yetecek biraz iradem kalmıştı. O an 30 günlük bir perhize girmeye ve meyve dışında her türlü tatlıyı hayatımdan çıkarmaya yemin ettim. Yüksek fruktozlu mısır şurubu içeren ürünleri, tüm tatlandırıcıları, şeker kamışı suyunu, akçaağaç şurubunu, bal ve meyve suyunu kendime yasakladım. Özetle tek bir şeyden vazgeçmem gerekiyordu: Şekerden. • Ne var ki şeker her yerdeydi...

VERDİĞİM KARARI UYGULAYACAKTIM.

Tartıda gördüğüm şey yeterince korkutucu olsa da gireceğim diyette beni motive etmesi için ekstra bir korku dozu almaya karar verdim. Bunun üzerine perhizimin ilk gününde, bir otobüs dolusu çocuktan daha fazla çikolata yediğimi kanıtlayabilecek kan tahlili sonuçlarımı yaptırmak için bir kliniğe başvurdum.

Kliniğe giderken başım ağrıyordu, hem huzursuzdum hem de açtım ama baş ağrımın nedeni gün içerisinde yapacağım bir sürü iş değil, 12 saat süreyle kafeinden uzak durmak zorunda kalmamdı. Bir süre bekledikten sonra aldığım tahlil sonuçlarıma göre, HDL (iyi) kolesterolüm biraz düşüktü; 36 mg/dL ve trigliseridim ise tavan yapmıştı; 359 mg/dL. Kan şekeri düzeyim de biraz yüksekti (104 mg/ dL). Anahtar önemi olan iki diğer kan değeri, C-reaktif protein ve LDL kolesterol düzeyleri idare ederdi ama pek iyi de sayılmazdı. Tansiyonum yani kan basıncım gayet iyiydi: 118/77. Bende hâlâ ümit vardı. Yine de yüksek kan şekeri ve tırmanan trigliserid seviyeleri kalp hastalıkları ve diyabet dâhil olmak üzere pek çok hastalığa yakalanmamın an meselesini olduğunu gösteriyordu. Rakamları incelerken bir yandan suçluyu arıyordum ki, bulmam uzun sürmedi. Suçlu muhallebiydi.

Tanrım, onu gerçekten çok özleyecektim. Diyetimin ikinci gününde üç fincan kahve içmeme rağmen hala başım ağrıyordu ve gün ilerledikçe kötüleşen çarpıntıma, kasılmış acı içindeki sol gözüm ve isteksiz bir ruh hali de eşlik etmeye başladı.

YOKSA GERÇEKTEN ŞEKERİ BIRAKIYOR MUYDUM?

Günün bir vaktinde, bir meslektaşım yanıma geldi ve bir yandan elindeki çikolatayı iştahlı iştahlı mideye indirirken konuşmaya başladı. (Bir dosya dolabı dolusu şekeri var ve buna rağmen incecik; ondan nefret ediyorum, üstelik perhiz çabalarımı da gülünç buluyor.) Bana işkence etmek için tadını abarta abarta kabarık hindistan cevizli bölümünü ve çikolatalı kabuk kısmını yerken suratının ortasına bir tane patlatmak geldi içimden. Aslında bu benim için yeni bir şey değildi, şekersiz geçirdiğim her gün, günde birkaç kez şiddete dayalı fanteziler kurmak benim için normaldi. Tiryakilerin, sigarayı bırakmaya çalışırlarken onlara hâkim olan öfkeden söz ettiklerini duymuştum ve bana kalırsa belki ben de bir parça bağımlı olabilirdim.

Ve gerçekten de rastladığım birkaç araştırmada, kokain bağımlısı yapılan farelerin bile şekere alıştıktan sonra şekeri, kokaine tercih ettikleri belirtiliyordu.

Bu korkularım ve şiddet duygum etrafıma zarar vermeden önce birisiyle paylaşmak en doğrusuydu. Bunun için North Carolina Üniversitesi disiplinlerarası obezite programı direktörü Dr. Barry M. Popkin'e gittim. Popkin durumu şöyle açıkladı. "Şeker insan beynini alkol, sigara ve kokainle aynı şekilde etkilese de şekerin gerçekten bağımlılık yarattığını kanıtlayan herhangi bir bilimsel çalışma bulunmuyor. Bununla birlikte, insan nüfusunun yüzde 98'inin tatlıları 'tercih' ettiğini biliyoruz. Şekerin 20-30 yıl önce neredeyse hiç tüketilmediği Çin gibi ülkelerde bile kendini kabul ettirmesi ve yavaş yavaş beslenme düzenlerine girmesi gerçekten nasıl bir güce sahip olduğunu kanıtlıyor."

Popkin, ortalama bir ABD'linin günümüzde 500 kalori tatlı tükettiğini söylüyor. Benim gibi işleri gereği yollarda çok zaman geçiren birçok meşgul erkek, bu kalorileri çoğu zaman içeceklerden alıyor. Popkin, "Erkekler, büyük miktarlarda çoğu kesinlikle bağımlılık yapıcı bir madde olduğunu bildiğimiz kafeini de içeren tatlandırılmış enerji içecekleri, gazlı içecekler, sporcu içecekleri, buzlu çay veya kahve tüketiyor," diyor ve ekliyor: "Yapılan az sayıda araştırma, diyet gazlı içeceklerin insanları daha yüksek düzeylerde tatlı alma arzusuna yönelttiğini düşündürüyor. Bu anlamda, onlar da aşırı tüketim sorununun bir parçası."

Gerçek şu ki insanlar bu şekeri yemek ve daha da fazla şekere bulanmak için tasarımlanmamış.

Biz esas olarak su içerek evrimleştik. Uzun evrim tarihimizde hiçbir zaman sıvılara kalori kaynağı gözüyle bakmadık (anne sütü içtiğimiz bebeklik günleri hariç). Başka bir deyişle kendimizi içecekle doldurmak için donatılmadık.

Popkin, bunun kanıtı olarak 2007 yılında Purdue Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya işaret ediyor. Çalışmanın bulgularına göre, karbonhidrat bakımından zengin içeceklerden aldığımız kaloriler, gıdalardan aldığımız kalorilerdeki kadar iştahımızı kesmiyor. Yani daha basit bir anlatımla McDonald's da yemekle birlikte 300 kalorilik bir kola içmemiz, beraberinde 300 kalori daha az yemek yememizi sağlamıyor. Kola içenler akşam yemeğinde tekrar yemeğin yanında kola tüketiyorlar. Sonra yeniden içiyorlar.

Eski aile hekimim ve ayrıca ücretsiz bir toplum kliniği işleten Dr. Aaron Dunn, "Şekerin obezite oranları konusundaki etkisini her gün muayenehanemde görüyorum" diyor ve devam ediyor: "Yalnızca gazlı içecekleri keserek beş hatta daha fazla kilo veren birçok hastam oldu."

Diyetimde geçireceğim ikinci hafta irademi test etmek için gerçek bir fırsat olacak. Ailece çıkacağım bir tatilde gideceğim yere varmak için üç saat otomobil kullanacağım ve sonra da dört saat uçacağız. Yani şekere yenik düşmem için her türlü risk var. Malum havaalanlarında her türlü şekerli şeyi bulabilmek mümkün. Ufak çocuklarla seyahat etmek de stresli bir iş.

Daha işin başında kızım havaalanının otomatik sifonlu tuvaletlerinden korkarken, oğlum yürüyen merdivenleri görür görmez deli gibi koşuşturmaya başladı.

Havaalanında sadece bir salata yedim (sos, jambon ve pastırmaya yani havaalanı salatasını yenilir kılan hiçbir şeye dokunmadım). Havada huzursuzken ve neredeyse çocukların hayvanlı krakerlerine dalacakken fıstık servisi yapıldı. Bu beni biraz rahatlattı. Tatili geçireceğimiz arkadaşlarım doğal besinlere önem verseler de orada beni bekleyen başka bir tehlike daha var: Restoranlar. Yani en büyük meydan okumanın yaşanacağı yerler. Fakat ödün vermemeye kararlıydım. Bu yüzden de garsonları yemekte kullanılan malzeme listelerinden pizza hamurundaki şeker miktarına kadar sıkıştırmakta çok gecikmedim. Hatta bir seferinde gittiğim bir Asya restoranındaki şefin kızı, bu sorularım üzerine çileden çıkıp "Biz yemeklerimizi şekerle pişiriyoruz! Burada her şeyde şeker var!" diye cevap vermek zorunda kaldı. Tabii ben yılmadım. Bir yandan soslardan uzak dururken, varla yok arası bir miktarda şeker almaya devam ettim. Artık bir şeylerin yolunda gittiği açıktı. Diyetimin 10. gününde şeker krizlerim tümüyle sona erdi. Tatildeyken bir gece çocukları yatırmış, şaraplarımızı yudumlarken ev sahiplerimiz bitter çikolatalarla çıka geldiler. Emin olun, ilgilenmedim bile. İki hafta önce olsaydı, çoktan yarım düzinesini mideye indirmiştim.

En fazla dikkat çeken konuysa stres düzeyimde gözlemlediğim azalmaydı. Şekeri bıraktıkça resmen daha rahat ve güleç bir insana dönüşmüştüm. Bunu seyahatlerimde gözlemlemeye başlamıştım. Önceleri daha evden çıkmadan büyük bir stresle dolup taşardım. Çanta toplama sürecinde bile sinirlenir, havadan sudan sebeplerle eşimle tartışıp dururdum. Yola yalnız çıktığımda da durum fazla değişmezdi. Zaten yıllık izin kullandığım zamanki seyahatlerimde bile eğlenceli bir yol arkadaşı değilimdir. Her zaman gergin hareketler sergilerim. Seyahat programı yapmak bile beni her zaman endişelendirmiştir. Çocukların kendilerini yaralayacaklarından veya hastalanacaklarından ya da kaybolacaklarından korkarım. Başkasının evinde uyuyamam. Fakat bu seyahatte, tüm aile çift kişilik bir yatağı paylaşmamıza ve çok önemli bir anlaşmaya imza atacak olmanın stresine rağmen mışıl mışıl uyamayı başardım. Hatta artık ömrünün sonuna gelmiş 16 yaşında bir otomobili sürmeye çalışırken bile sakin kalmayı başardığımı söyleyebilirim. Bu gidişle yakında bir Zen üstadı olmam işten bile değil.

DUYGUSAL OLARAK, AYLARDIR, BELKİ DE yıllardır olmadığı kadar kendimi daha iyi hissediyorum. Bir tarafım bunun ne kadarının plasebo etkisinden kaynaklandığını soruyor. Belki de abur cuburdan kurtulduğum için kendimle o kadar çok gurur duyuyorum ki genel ruh halim de çok daha iyi oluyor.

Ben de bu durumu beni en suratsız halimle görmüş olan Dr. Dunn'la görüşmeye karar verdim. "Şeker hızlı bir enerji patlaması yaratarak sizi daha mutlu edebilir. Bunu kan şekerindeki ani azalma izler, çünkü pankreasınız insülin salgılayarak duruma müdahale eder. Bu döngü ruh halindeki gelgitler, konsantrasyon dalgalanmaları ve halsizlik olarak kendini gösterir."

Evet, bu anlattıkları bana şeker diyetimden önce ofisimde yaşadığım tipik günlerden birisini anımsatıyor. Gün ortasında bir kurabiye veya çubuk şeker atıştırmadan hayata devam edemediğim bir noktaya gelmiştim. Sanki vücudumu ve beynimi kurabiye seansları konusunda eğitmişim, onlar da bunu alıncaya kadar öğleden sonraki çalışma saatlerini boykot ediyorlarmış gibiydi.

Şimdi iş günlerim farklı. Artık işe yemek götürüyorum: bir parça peynir, birkaç dilim hindi, yeşillik, sebze, badem ve meyve (tipik olarak sabah yoğurdumla beraber yaban mersini ve öğle yemeğinde elma). Yemeği kendim hazırladığım için, iş yerindeki çoğu kez bolca şeker içeren yemekleri yemek yerine gün boyunca atıştırıyorum. Belki de bu yüzden öğle yemeğinden 45 dakika sonra uyku çekmek için can atmıyor veya bütün öğleden sonra sersem gibi dolaşmıyorum.

Bunun yerine kendimi enerjik hissediyorum. Şekerin verdiği yalancı mutluluk hissine hiç ihtiyaç duymuyorum. İnanılmaz bir konsantrasyon yeteneğim var. Bir haftalık tatilden sonra masamda biriken işleri halletmek bana o kadar kolay geldi ki inanamazsınız. Hatta ben bile inanmakta güçlük çektim. Artık çikolatasını iştahla yiyen meslektaşımı dövmek istemiyorum.

Şeker bağımlısı olduğum zamanlarda tatile çıkarken bile büyük bir stres altında oluyordum....
DÖRDÜNCÜ HAFTA SONU İTİBARİYLE KABUL etmem gerekiyor ki kendimi gerçekten iyi hissediyorum ama diyetimin acıklı tahlil sonuçlarımı değiştirip değiştirmediği konusunda hiçbir fikrim yok.

İşte sonuçlar. İyi kolesterolüm biraz daha iyi, 39 mg/dL ama trigliseridler 56 puanlık büyük bir düşüşle 303 mg/dL düzeyine inmiş. Dr. Dunn, hiç şaşırmışa benzemiyor.

"Trigliseridler, esas olarak şeker kaplı yağlardır," diyor ve ekliyor: "Dolayısıyla da diyetinizdeki şeker miktarına daha büyük tepkiler veren bir kolesterol türüdür."

LDL (kötü) kolesterol düzeyim 101'den 90'a düşmüş ve tansiyonum bir ay önceki 118/77 değerine kıyasla 112/68 düzeyine yerleşmiş. Anlayacağınız en önemli sağlık göstergelerinin hepsinde ilerleme kaydetmişiz.

Tartıdaki rakamlar da güzel. Dört haftada üç kilo vermişim. Aslında birkaç gün sonra bir kilo daha vererek 91 kiloya düştüm. Vücut Kitle İndeksim (VKİ/vücut ağırlığının boy uzunluğunun karesine bölünmesiyle elde edilir) 30'dan 29'a inmiş, bu da beni obez aralığından çıkarıyor. Vücut-yağ oranım da neredeyse yüzde 2 düşmüş. Bunların tümü merakımı kamçılıyor: Ya düzenli egzersiz yapmaya da başlasaydım? Kim bilir neler olurdu. Aslında şimdi tekrar düşündüğümde bu egzersiz işi kulağıma hiç de fena gelmiyor.
Şekersiz ilk günlerimde perhizi bozacağım an hakkında fanteziler kuruyordum. İlk nereye gitmeli acaba? Starbucks'ta caffè latte mi içsem, yoksa en yakın benzin istasyonuna uğrayıp bir kolayla gofret mi götürsem?
Bu baştan çıkarıcı güdülerin hiçbirisine uymadım. Otomobilimi vitrininde tarçın ruloları olan bir kahve dükkânının önüne çektim. Bir sade kahve söyleyip aracıma döndüm ve öğle yemeği kutumu açıp haşlanmış katı yumurtamı ve fındık yağına batırılmış birkaç havuç çubuğunu yedim.

Şimdi şekeri bıraktığım için kendimi çok iyi hissediyorum.

Meşrubatlardaki Gizli Tehlike

Şurası acık ki bir çok ülke meşrubatlara bağımlı. Dışarıda yemek yerken hiç düşünmeden otomatik olarak bir meşrubat siparişi yeriyorsunuz. Gazlı içecekler serinletmesine serinletiyor fakat neredeyse fincan fincan yağ içmişsiniz gibi etki yapıyor. Net olmayan, bu meşrubatlara nasıl bağımlı hale geldiğimiz, içerikleri, formülleri ve lezzet katan gizli bileşenleri saklanan, halka açıklanmayan kola tarzı çoğu meşrubatın içinde muazzam oranlarda şeker bulunuyor. Bu bağımlılığın kaynağının da şeker olduğunu varsayıyoruz. Bir sonraki şüpheli kafein ama biz kafeirtsiz meşrubatlar da içiyoruz. İyi de elimizde ne kaldı? Meşrubatı meşrubat yapan madde tabii ki: Karbondioksit! Namı diğer karbonasyon, yani herhangi bir maddenin karbondioksitle doyurulması. Bir içecekteki karbondioksit kabarcıkları dilinize değdiğinde 'patlar' ve dilimizdeki bir enzimle reaksiyona girerek karbonik asit oluşturur. Çoğu asit gibi, karbonik asit de acıtır ama bu tatlı bir acıdır. Kaliforniya Üniversitesi'nde nörobiyolog olan Dr. Earl Garştens'in teorisine göre hafif acı tat, beynin endorfin salgılamasına neden oluyor. Bu da ruh halini olumlu etkiliyor. Bu ruh hali başlangıçtaki ağrıyı Ortadan kaldırıyor ve siz de tekrar tekrar denemek istiyorsunuz. [Dean Bakopoulos - Hakan Gürel]